Tartışma
Son dönem kalp hastaları için kurtuluş yolu olan kalp transplantasyonu, ne yazık ki, tüm dünyada sınırlı sayıda yapılabilmektedir [
9]. Bu konudaki en büyük güçlük, donör kalbi teminidir. Ülkemizin sosyokültürel şartları da göz önüne alındığında yaşanacak diğer problemler de tahmin edilebilir. Çok merkezli çalışmaların ortaya koyduğu klasikleşmiş olan kimi kriterlerin (ileri yaş, mekanik dolaşım desteği, soğuk iskemi süresi, geçirilmiş kalp ameliyatı, retransplantasyon vb) ameliyat sonrası sağ kalım üzerine etkili olduğu bilinmektedir [
10]. Bu nedenle, son yıllarda yapılan yeni araştırmalarla kalp nakli için uygun olan alıcı - verici kriterleri genişletilmeye çalışılmaktadır [
11].
Kalp nakli tüm dünyada yaklaşık %83-88lik 1 yıllık sağ kalım oranı ile uygulanmaktadır [
9,
11]. Akut rejeksiyon ve enfeksiyon ilk yıl ölümlerinin çoğunluğunu oluşturmaktadır.
Ülkemizde gerçekleştirilen ortotopik kalp nakillerinde birinci yıla erişen hasta oranı %62.5 [
3] ve %70 [
2] olarak bildirilmiştir. Bu serideki ortotopik kalp nakli yapılan 17 hastadan üçü ilk yıl içerisinde kaybedilmiştir ve 1 yıllık sağ kalım oranı %82 civarındadır. İlk yıl ölümlerinin başlıca nedeni enfeksiyon idi. Literatürden farklı olarak akut rejeksiyon nedeniyle hasta kaybedilmedi. Ancak hasta sayısının az olması bu konuda daha ileri yorum yapmamızı engellemektedir. 1-3 yıl arası kaybedilen hastalar incelendiğinde muhtemel "graft failure" ve aritmiye bağlı ani ölümlerin daha sık olduğu görülmektedir. Ancak hastanede ikamet ettirilen hastalarda bu komplikasyonun görülmemesi, geç dönem kaybedilen hastalarda immunsupresif tedavinin aksatılmış olabileceğini düşündürmektedir. Bu nedenle kalp nakli uygulanan ve il dışı ikamet eden hastalar hastane ortamında barındırılmaya ve ilaç tedavileri devamlı kontrol altında tutulmaya başlanmıştır.
Kalp transplantasyonu yapılan hastalarda retransplantasyon nedenlerinin başında primer greft rejeksiyonu, inatçı akut red atakları ve geç dönemde gelişen koroner arter hastalığı gelmektedir. Ancak ilk iki neden ile retransplantasyon uygulanan hastalarda mortalite oranı oldukça yüksek seyrettiğinden, son yıllarda retransplantasyon endikasyonu için geç dönem koroner arter hastalığı gelişimi ön planda tutulmaktadır [
12]. Ülkemizde hızla artan kalp nakli sayısına paralel olarak akut red atakları oldukça sık görülmesine karşın, kronik rejeksiyon gelişimine rastlanabilmesi için yeterli uzun dönem takipli transplant hasta sayısı çok azdır. Bu çalışma kapsamındaki hastalarda da retransplantsyon gereği olmadı. Ciddi greft rejeksiyonu veya inatçı red ataklarına rastlamamakla birlikte, kronik rejeksiyon nedeniyle retransplantasyon uygulanması gerekecek uzun dönem takipli hasta sayısının çok sınırlı olması, bu konu ile ilgili bir yorum yapmamızı engellemektedir. Nitekim daha önce bypass geçiren, ancak iskemik kardiyomiyopati nedeniyle kalp nakli uygulanan bir hastamız 7 yıl izlenmiş olup koroner anjiyografi uygulanmamıştı. Ancak ülke şartları göz önünde tutulursa, günümüzde donör kalbi bulunduğunda önceliğin kalp transplantasyon listesindeki hastalarda olması gereği savunulabilir. Eğer ülke çapında donör temini hızlı bir şekilde artırılabilirse, bu konuda her hangi bir kısıtlamaya gidilmesi gereksiz hale gelecektir.
Kalp nakli sonrası erken ve geç dönem sürviyi etkileyen etkenlerin başında red atakları ve enfeksiyonlar gelmektedir. Akut atakların tanısında endomiyokardiyal biyopsi halen altın standart olarak kabul edilmektedir. Ancak EMBnin invaziv bir girişim olması nedeniyle akut rejeksiyon ataklarının tanısında ve izlenmesinde çeşitli noninvaziv yöntemler gündeme gelmiş ve bunların EMB ile kombine edilerek uygulanması önerilmiştir. Böylece EMB sayısı azaltılabilecektir. Bu yöntemlerden biri olan ekokardiyografi, intraoperatif [
13] ve postoperatif takipte [
8] oldukça yararlı bilgiler verebilmektedir. Diğer bir yöntem olan SİM ise tek başına [
7] veya EMB ile kombine olarak [
3] uygulandığında oldukça faydalı olabilmektedir. Buna karşın bazı merkezler hastaların sadece EMB ile izlenmesini savunmaktadır [
14]. Ayrıca günlük intramiyokardiyal elektrogram verilerinin modem yardımı ile hastaneden izlenmesinin akut rejeksiyonun erken tanısında daha etkili olabileceği yapılan bir çalışma ile ileri sürülmüştür [
15]. Klinik deneyimimiz ışığında noninvaziv yöntemlerin beraberce kullanılmasının negatif EMB sıklığını azaltabileceğini düşünmekteyiz. Bu nedenle hastaların izlenmesinde önceliği SİMe vermekte, ekokardiyografi ile de bunu desteklemekteyiz. Ancak, rejeksiyon - enfeksiyon ayırımında zorlanılması halinde ise tanı, başka yazarların [
16] da belirttiği gibi mutlaka EMB yapılarak kesinleştirilmelidir.
Cerrahi teknik ve rejeksiyon tedavilerindeki başarıya karşın, uzun dönem takipte hastaların kendilerine yeterince bakmaması nedeniyle enfeksiyon gelişimi ve immunsupresif tedaviyi aksatmaları en ciddi problem olarak karşımıza çıkmaktadır [
17]. Ülke genelindeki transplantasyon listelerinde bekleyen hastaların sosyo-kültürel ve eğitim seviyelerinin düşük olması bu konuda karşılaşılan en ciddi problemdir. Nitekim iki hastamızın memleketlerine gittiklerinde birinin enfeksiyon nedeniyle, diğerinin de ilaçlarını kesmesi sonucu akut red atağı ile geri gelmesi sonucunda kalp nakli yaptığımız hastaları hastane bünyesinde çalıştırarak hem yakın takip altında tutuyoruz, hem de onların aktif olarak çalışmalarını sağlıyoruz. Ülkemiz şartlarında kalp nakli sayısının sınırlı olması bu şekilde hareket etmemizi kolaylaştırmaktadır, ancak bu sayının çoğalması halinde başka yöntemlerinde gündeme getirilmesi gerekecektir.
Kalp transplantasyonu sonrası erken ve geç dönem sonuçları olumlu yönde etkilediği ileri sürülen kan kardiyoplejisi kullanımı yapılan çeşitli klinik çalışmalarla gösterilmiştir [
18,
19]. Kan kardiyoplejisinin standart kristalloid kardiyoplejilere üstünlükleri ameliyat sonrası görülebilen sağ kalp yetmezliği insidansının azalması, daha az aritmi görülmesi, spontan çalışma ve sinüs ritminin daha sık görülmesi, daha az inotrop ihtiyacı gereksinimi ve laboratuvar bulgularının daha olumlu çıkması şeklinde sıralanabilir. Aynı yazarlar kan kardiyoplejisinin uzun dönem sağ kalım üzerine etkisinin ise daha sınırlı olduğunu bildirmişlerdir. Klinik uygulamada tercihimiz olan retrograd kan kardiyoplejisi ile miyokardiyal korumayı, ilk hasta dışındaki tüm transplant hastalarımıza uyguladık. Her ne kadar iki yöntemi kıyaslamak için bir çalışma yapmadık ise de, ameliyat bitimi sinüs ritminin geri dönme oranının %67 civarında olduğunu ve hiçbir hastada sağ kalp yetmezliğinin gelişmediğini tespit ettik. Donör kalbinin ameliyathaneye ulaşır ulaşmaz retrograd kardiyopleji kanülü yerleştirilerek izotermik kan kardiyoplejisi ile reperfüze edilmesinin ve ameliyat sonuna kadar bu yöntemle miyokardiyal korumanın sağlanmasının postoperatif geçici komplikasyonların görülme sıklığını azaltacağını düşünmekteyiz.
Ülkemizde kalp transplantasyonu, dünyadaki belli başlı merkezlerin sonuçlarına yakın bir başarıyla uygulanmaktadır. Son dönem kalp yetmezliği nedeniyle kalp nakli bekleyen hastalara bu hizmeti verecek merkez sayısı son yıllarda hızla artmaktadır. Ülke genelinde organizasyonu gerçekleştirmesi ve kalp transplantasyonu programının merkezi olması amacıyla kurulan ve son bir yıldır aktif olarak faaliyet gösteren "Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Merkezi", kalp nakli bekleyen hastaların bu imkana kavuşma şansını artıracaktır. Ülke genelinde kalp nakli yapılan hasta sayısının artmış olması, kalp nakli uygulanmış ve uygulanacak olan hasta popülasyonunun daha detaylı incelenmesini ve bu konuda çok merkezli bir çalışmanın da gündeme alınmasını gerektirmektedir. Böyle bir çalışma ülkemiz için geçerli olabilecek istatistiksel analizlerin daha detaylı yapılabilmesine imkan sağlayacak, erken ve geç dönem sağ kalım ve komplikasyon gelişim nedenleri hakkında gerekli bilgi birikiminin oluşturulmasına yardım edecektir.
| Enfeksiyon nedenleri |
| Ekokardiyografik veriler |