Malpraktis, bir meslek mensubunun mesleğini, toplumda mesleğin ortalama basiretli ve saygın bir mensubunun her şart altında uygulaması gereken bilgi ve beceri ile uygulamaması sonucu hizmetten yararlanan kişiye bir zarar vermesi olarak tanımlanır. Tıbbi malpraktis, tıbbın kötü uygulanması, kötü hekimlik uygulamaları veya tıpta yanlış uygulamaları ifade etmektedir. Bu nedenle, tıp bilimi ve mesleğinin gereklerine aykırı biçimde yapılan uygulamalar tıbbi malpraktis olarak adlandırılabilir. Tıbbi malpraktis, gereği gibi ifa etmemenin bir alt dalı olan kötü ifanın tıptaki görünüm şeklidir. Tıbbi malpraktis kaynaklı tazminat davalarında ihmal, hakim teoriyi teşkil etmektedir. İhmale dayalı malpraktis nedeniyle tazminata hükmedilebilmesi için, davacının aşağıdaki unsurların varlığını ispat etmesi gerekir;
1. Genellikle doktor-hasta ilişkisinin varlığına
dayanan, doktorun hastaya karşı bir yükümlülüğünün
bulunması;
2. Uygulanabilir bir bakım ve veya tedavi standardı
ve bunun ihlali;
3. Tazmin edilebilir bir zarar;
4. Kusur;
5. Bakım ve tedavi standardının ihlali ile meydana
gelen zarar arasında nedensellik bağının bulunması.[2]
Tıbbi hatayı bir doktorun tedbirsizlik, dikkatsizlik, meslekte acemilik veya kurallara uymama sonucu tedavi ve bakım standartlarına uymayan davranışları ile hastasına zarar vermesi olarak tanımlamak mümkündür.[2]
Hekim veya hastane ile hasta arasındaki ilişki vekalet sözleşmesi olarak kabul edilecek olursa, kusurun kanıtlanmasının zarar gören hastaya yüklenemeyeceği söylenebilir. Zira Türk Borçlar Kanununun (TBK) 112. maddesine göre hekim kendisine kusur isnat (yükleme, atfetme) edilmeyeceğini ispat etmedikçe zararı ödemek zorundadır.
Anayasanın 17/II. maddesinde de kişinin vücut bütünlüğü ve sağlığı üzerindeki haklarının temel haklardan biri olduğu belirtilerek, tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamayacağı ve rızası olmaksızın bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamayacağı hükme bağlanmıştır. Ayrıca, Anayasadaki bu düzenlemenin yanı sıra, TBK md. 49. maddelerinde vücut bütünlüğüne yönelmiş fiillerden doğan maddi ve manevi zararlara karşı tazminat yoluyla bir koruma sağlamaktadır. Bu nedenle, bir kişinin vücut bütünlüğüne karşı girişilecek eylemler, önemli zarar verici nitelikte olmasa dahi onaylanması imkansız davranışlardır ve bunlara karşı kişinin korunması zorunludur.[3]
Olgu 1- Bu olgu bir özel hastanede sekundum tip atriyal septal defekt (ASD) ameliyatı olan hastanın ameliyat sonrası şikayetlerinin geçmemesi üzerine yapılan değerlendirmesinde interatriyal septumda tekrar geçiş saptanması üzerine açtığı maddi ve manevi tazminat davası üzerinedir. Dava Yargıtay tarafından davalılar lehine bozulmuştur.
Davacı, kalbindeki sıkışma ve ritim bozukluğu şikayeti ile yapılan kontrol ve muayene sonucunda kalbinin iki yerinde delik olduğunun tespit edildiğini, 26.12.2005 tarihinde özel bir hastanede iki kalp cerrahı tarafından ameliyat edildiğini, kendisine ameliyatın çok başarılı geçtiğinin ve kalbindeki deliklere yönelik tedavinin kusursuz bir şekilde gerçekleştirildiğinin bildirildiğini, 31.12.2005 tarihinde taburcu edildiğini, ancak ağrılarının daha da arttığını ve rahatsızlığın devam ettiğini, normal yaşantısı içerisinde en basit hareketlerini dahi yerine getirmesine engel olduğu gibi aile hayatını da etkilediğini ve eşi ile sorunlar yaşamaya neden olduğunu, ameliyattan üç ay geçtikten sonra kontrol amaçlı ameliyat olduğu özel hastaneye başvurduğunda görevli doktorun ultrasonla muayene ettiğini, ameliyatın çok başarılı olduğunu, aynı zamanda tedavinin gerçekleştiğini ifade ettiğini, buna rağmen rahatsız olduğunu ifade etmiş ise de bu beyanlarına ameliyat olduğu özel hastanece itibar edilmediğini ve kontrol amaçlı gittiği son muayeneden 15 gün sonra yerel devlet hastanesine muayene için gittiğini, burada yapılan incelemeler neticesinde İstanbulda devlete ait bir ihtisas hastanesine sevk edildiğini, 17.4.2006 tarihinde bu hastanede yapılan muayene neticesinde kendisine kalbindeki deliklerin kapatılmadığı ve tedavinin gerçekleştirilmediğinin ifade edildiğini, bu sefer yerel devlet hastanesine muayene olmaya gittiğini kendisinin başka bir ilde araştırma hastanesine sevk edildiğini, 02.05.2006 tarihinde bu hastanede yapılan muayenede kalbindeki deliklerin açık olduğunun tespit edildiğini ileri sürerek fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydı ile 1.000,00 TL maddi ve 100.000,00 TL manevi tazminatın davalılardan müştereken ve müteselsilen (sıra ile) tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Mahkemece, davalı kalp cerrahlarından biri hakkında açılan maddi ve manevi tazminat davalarının feragat nedeniyle reddine, diğer davalılarla ilgili açılan maddi tazminat davasının kısmen kabulü ile 8.399,48 TLnin 1.000,00 TLsinin 21.2.2008 dava tarihinden 7.399,48 TLsinin 23.12.2010 ıslah tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalılar özel hastane ve diğer davalı kalp cerrahından müteselsilen alınarak davacıya verilmesine, fazlaya dair istemin reddine, diğer davalılarla ilgili açılan manevi tazminat davasının kısmen kabulü ile 35.000,00 TLnin dava tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalılar özel hastane ve davalı kalp cerrahından müteselsilen alınarak davacıya verilmesine, fazlaya dair istemin reddine karar verilmiş; hüküm, davalılar özel hastane ile davalı cerrah tarafından temyiz edilmiştir.
Bu olguda dava, tanı ve tedavi hizmetini üstlenen doktor ve özel hastanenin sorumluluğundan kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Dava, davalı doktorun vekalet sözleşmesinden kaynaklanan özen borcuna aykırılık olgusuna dayanmaktadır. Adli Tıp Kurumu (ATK) raporu olayın meydana geliş şeklini yeterince açıklayamadığı için hüküm kurmaya elverişli bulunmamıştır. Bu halde mahkemece yapılacak iş, üniversitelerin ana bilim dallarından seçilecek uzman kalp damar cerrahlarından oluşan bir bilirkişi kuruluna dosya tevdi (verme, bırakma) edilerek, davalıların hukuki konum ve sorumlulukları, dosyada mevcut delillerle birlikte bir bütün olarak değerlendirilip, tıbbın gerek ve kurallarına göre olayda davalıların sorumluluğunu gerektirecek ihmal ve hata bulunup bulunmadığını gösteren, nedenlerini açıklayıcı, taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınmak suretiyle hasıl olacak sonuca uygun bir karar vermekten ibarettir şeklinde karar çıkmıştır.
Somut olaya baktığımızda, davacı hastanın, davalı şirkete ait hastanede davalı doktor tarafından kalpteki deliklerin kapatılması için ameliyat edildiği tartışmasızdır. Adli Tıp Kurumu Başkanlığı 3. İhtisas Kurulunun raporunda, davacı hastanın 26.12.2005 tarihinde özel hastanede yapılan sekundum ASD onarımı ameliyatında tarif edilen 4x2 cm büyüklüğündeki ASDnin primer dikişten (sutur) ziyade yama (patch) ile kapatılması gerektiği, davalı cerrah eylemlerinin tıp kurallarına uygun olmadığı şeklinde rapor düzenlendiği anlaşılmaktadır.[4]
Ancak söz konusu raporda mevcut ameliyat sonucu deliklerin kapatılıp kapatılmadığı yeni delik oluşup oluşmadığı, mevcut deliklerin ameliyatın hatalı yapılmasından kaynaklı devam edip edilmediği hususunda yeterli açıklama yapılmamıştır. Bu nedenle, ATK raporu hüküm kurmaya elverişli değildir şeklinde Yargıtayca davalılar lehine karara bağlanmıştır.
Bu olgu kısaca özetlenirse, özel bir hastanede sekundum tip ASD ameliyatı olan hastanın ameliyat sonrası şikâyetlerinin geçmemesi üzerine yapılan değerlendirmesinde atriyal septumdan tekrar geçiş gözlenmiştir. Bunun üzerine davacı olan hasta, davalı olan iki kalp cerrahı hakkında maddi ve manevi tazminat talebi ile dava açmıştır. Yerel mahkeme cerrahların hasta ile kurulan vekâlet sözleşmesi gereğince tedavide özen borcunu yeterince yerine getiremediğini ATK raporuna dayanarak kabul etmiştir. Bunun üzerine cerrahların yani vekillerin tazminat ödemesine hükmetmiştir. Ancak temyiz haklarını kullanan davalıların itirazları Yargıtay 13. Hukuk Dairesi tarafından değerlendirilmiş ve özellikle yerel mahkemeye sunulan adli tıp raporunda sekundum ASDnin yama yerine primer dikiş ile kapatılmasının bir hata olduğuna hükmederek davacı lehine vermiş olduğu kararı raporun yetersizliği nedeniyle bozmuştur. Yüksek Mahkeme, ASDnin primer kapama sonucu mu açıldığı yoksa başka rezidü bir geçiş mi kaldığı konusunda ATK raporunun yeterli olmadığını belirtmiş, üniversitelerin ana bilim dallarından seçilecek uzman kalp damar cerrahlarından oluşan bir bilirkişi kurulunun bu dosyayı değerlendirerek yeni rapor alınması gerektiği gerekçesiyle yerel mahkemenin kararını bozmuştur.
Olgu 2 ve 3- Bu iki olgu da yerel mahkemece aynı dava hakkında alınmış olan kararın davacı lehine bozulması ile ilgilidir.
Davacı, 13.11.2000 tarihinde davalı özel bir hastanede baypas ameliyatı olduğunu, ağrılarının geçmemesi üzerine ameliyatı gerçekleştiren davalı doktorlara başvurduğunda, ameliyattan sonra doğal bir süreç olan kan pıhtılaşması oluştuğunu bildirdiklerini, başka bir doktora gittiğinde ise, ameliyat sırasında kalbinde sargı bezi unutulduğunun tespit edildiğini, bir devlet hastanesinde yapılan ameliyatla sargı bezinin çıkarıldığını, beş firmanın başkanlığını ve yöneticiliğini yapmakta olduğundan tedavi süresince maddi ve manevi zarara uğradığını ileri sürerek, fazlaya dair hakları saklı kalmak üzere şimdilik 50.000,00 TL maddi, 50.000,00 TL de manevi tazminatın davalılardan müteselsilen ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Uyuşmazlık, ameliyatı gerçekleştiren davalı doktorların ameliyat sırasında ve sonrasında herhangi bir kusurlarının bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Somut olayda davacının, 14.11.2000 tarihinde özel hastanede davalı doktorlar tarafından ameliyat edildiği ağrılarının dinmemesi üzerine başvurduğu devlet hastanesinde akciğer apsesi tanısı ile yatırıldığı, apse drenajı, yabancı cisim çıkartılması ameliyatı ile vücudunda baypas ameliyatı sırasında unutulan gazlı bezin işaretlenmesinde kullanılan radyoopak maddenin çıkarıldığı, dosyada mevcut olan epikriz raporlarından anlaşılmakta olup, bu hususlarda uyuşmazlık da bulunmamaktadır. Uyuşmazlık, baypas ameliyatı sırasında gazlı bezin işaretlenmesinde kullanılan radyoopak maddenin hasta vücudunda unutulması nedeniyle davalı doktorların kusurlu olup olmadıkları noktasındadır. Adli Tıp Kurulu Başkanlığından alınan 31.10.2005 tarihli raporda; adli tıp uygulamalarında gazlı bez unutulmasının tıbbi hata olarak nitelendirildiği, ancak devlet hastanesi kalp damar cerrahisinde çıkarılan maddenin gazlı bez olmayıp gazlı bezin işaretlenmesinde kullanılan radyoopak madde olduğu, nitekim ameliyat sırasında yapılan sayımlarda da gazlı bez sayısının doğru sayılmış olmasının da bu durumu teyit ettiği, radyoopak madde ile işaretlemenin gazlı bez unutulma riskini ortadan kaldırmak için uygulanan yöntemlerden olduğu, ancak radyoopak maddenin kalmasının gazlı bezin hazırlanması ile ilgili bir kusur olduğu, ameliyatı yapan hekimlerin azami dikkat ve özeni gösterdikleri, bu nedenle kendilerine kusur atfedilemeyeceği, gazlı bezin davalı idarede hazırlanmış olduğunun kabulü halinde ise sol akciğer apsesi ve buna bağlı işlemlerin ortaya çıkmasında davalı idarenin kusurlu olduğu belirtilmiş, savcılık soruşturması sırasında alınan Adli Tıp İhtisas Kurulunun 13.12.2004 tarihli raporunda da, gazlı bezin hekim tarafından çıkarılması sırasında radyoopak niteliğindeki materyalin plevra boşluğunda kalmış olabileceği, gönderilen grafilerde radyoopak materyalin sol akciğer alt lob sahası lateralinde bulunması ve bu yerin ameliyat sahası dışında, ancak ameliyatla iştirakli yer olması nedeniyle hekimin fark edemeyebileceği, bu nedenle hekime yüklenebilecek kusur bulunmadığı açıklanmıştır.[4]
Bu olgu da kısaca özetlenirse davacı yani hasta, özel bir hastanede koroner baypas ameliyatı olmuş ve ameliyat sonrası dönemde ağrılarının geçmemesi üzerine yapılan değerlendirmede sol torakstaki görünüm hematom lehine yorumlanmıştır. Ancak bir devlet hastanesinde yapılan değerlendirmede bu görünüm apse ile uyumlu olarak saptanmış ve muhtemel sol torakotomi yapılarak apse drene edilmiş ve içerisinden spançları işaretlemede kullanılan baryum sülfatlı mavi radyoopak şerit çıkartılmıştır. Adli Tıp Kurulu raporunda hastada gazlı bez unutulmasının bir hata olduğunu ancak bu parçanın spanç işaretlemekte kullanılan radyoopak madde olduğu için hekimlere değil spancın hazırlanmasında idarenin yani hastanenin sorumlu tutulabileceği kanaatine varılmıştır. Savcılık soruşturması sırasında da alınan Adli Tıp İhtisas Kurulu raporunda bu radyoopak maddenin yeri gereğince sol akciğer alt lob lateralinde olması nedeniyle ameliyat sahasında olmadığı ancak ameliyat ile iştirakli olması nedeniyle hekimin fark edemeyeceği belirtilerek hekimin kusurlu olmadığı kanaatine varılarak davanın reddine karar verilmiştir. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi ameliyat sırasında vücutta yabancı cisim unutulmasının bir hata olduğunu bu raporlara dayanarak hekimlere kusursuzluk verilmesini eksik inceleme ile hüküm kurulmuş olmasının usul ve yasaya aykırı olduğuna hükmederek kararı bozmuştur. Yargıtay tarafından, hastanın her iki ameliyatına dair ameliyat ve tabela kağıtları, çekilen tüm filmler, epikriz, adli tıp raporları da birlikte gönderilerek, üniversite öğretim üyelerinden oluşturulacak konusunda uzman, akademik kariyere sahip üç kişilik bilirkişi kurulundan, hastanın vücudunda sargı bezinin işaretlenmesinde kullanılan radyoopak maddenin unutulmasında davalı doktorlara yüklenebilir bir kusur olup olmadığı konusunda, nedenlerini açıklayıcı, taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınarak davalı doktorların yukarıda açıklanan ilke ve esaslara göre kusurlu olup olmadığının belirlemesine ve sonuca göre hüküm kurulması gerektiği kararına varılmıştır.
Üçüncü olguda ise aynı davacı tekrar yerel mahkemenin aleyhine verdiği kararı bozma hususunda temyize başvurmuştur.
Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin bozma ilamı üzerine alınan Üniversite Öğretim Üyeleri tarafından düzenlenen 03.11.2008 tarihli bilirkişi heyeti raporunda, ..Hiçbir zaman gazlı bezden ayrılmaması gereken, ayrılabileceği bilimsel olarak öngörülmemiş radyoopak belirteçin, bu tür bir olayın daha önce yaşanmamış olması nedeni ile bilinmeyen bir nedenle (yapım hatası veya öngörülmeyen başka bir neden) gazlı bezden ayrılıp bu komplikasyona yol açtığı, davalı doktorlara yüklenebilir bir kusur bulunmadığı, bu baryum sülfatlı belirteçlerin literatürde görülebileceği gibi, birçok tıbbi nedenle hastanın içinde bırakılıyor olmasının, bu sorunun oluşmasında sadece radyoopak belirteçin değil fakat aynı zamanda ve hatta ağırlıklı olarak hastaya da ait bazı faktörlerin (alerji, yabancı cismin organizma tarafından reddi gibi) etkili olduğu belirtilmiştir.[4]
Yargıtay 13. Hukuk Dairesi bilirkişi heyeti raporuna rağmen reddedilen davayı davacının ameliyatı sırasında gazlı bezden hiçbir zaman ayrılmaması gereken radyoopak maddenin hastanın içinde unutulmasını kusurlu bulmuş ve bu durumun tekrar araştırılması gerektiğini belirterek kararı davacı lehine bozmuştur.
Olgu 4- D avacılar, k ızları v e k ardeşleri o lan h astanın 1998 yılında davalı hastanede kalp ameliyatı geçirdiğini, iki kalp kapağının değiştirildiğini, rutin kontrol için 10.4.2003 tarihinde davalı hastaneye gittiğinde INR değerinin 4.04 bulunması üzerine davalı uzman doktor tarafından aynı dozda ilaca devam etmesi gerektiğinin söylendiğini, hastanın durumu hakkında bir bilgi verilmediğini, hastanın söylenen şekilde tedavisine devam ettiğini ancak üç gün sonra ateş, baş ağrısı ve ense ağrısı, konuşma güçlüğü, bilinç dışı davranışlar sergilemesi üzerine derhal hastanenin acil bölümüne götürüldüğünü, acil serviste davalı olmayan uzman doktor tarafından muayene edildiğini, hastanın INR değerinin ölçülmediğini, daha önce söylenenin aksine ilacın dozunun azaltılması gerektiğinin önerildiğini ve durumu değişmez ise hastanın tekrar getirilmesi koşuluyla bırakıldığını, hastanın durumunun ağırlaşması üzerine tekrar hastaneye getirildiğini ve yanlış tedavi yönteminin uygulandığı söyleyerek hastaneye yatırıldığını, aynı gün beyin kanaması geçirdiğini, hastanenin ilgisizliği sonucu üç gün boyunca durumunda değişme olmadığını, bitkisel hayata girdiğini, başka bir özel hastaneye nakledildiğini ve burada da yaşamını yitirdiğini belirterek, davalıların mesleki özensizlikleri, ihmalleri ve görevlerinin gereklerini yerine getirmemeleri nedeniyle toplam 55.000,00 TL manevi (anne ve baba için 20.000,00er TL, kardeşler için 7.500,00 TL), ve 1.000,00 TL maddi tazminatın davalılardan tahsiline karar verilmesini istemişlerdir.
Davalılar, hastanenin ve diğer davalı doktorlarının hiçbir ihmal ve kusurlarının bulunmadığını, tüm telkinlere rağmen hastanın en geç bir gün sonra getirilmesinin istenmesine rağmen 10 gün sonra hastaneye getirildiğini, davacıların kusurlu olduğunu savunarak davanın reddini talep etmişlerdir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Somut olayda Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulundan alınan 17.10.2012 tarihli raporda sonuç olarak; dokuz yaşında 1998 yılında özel bir vakıf hastanesinde ASD kapatılması ve mitral kapak (valv) replasmanı ameliyatı geçiren 1979 doğumlu hastanın 10.4.2003 tarihinde davalı hastaneye geldiği, bir doktor tarafından muayene ve kontrolünün yapıldığı, 13.4.2003 tarihinde tekrar hastaneye başvurduğu, hastanın takibiyle davalı doktorun ilgilendiği, gerekli muayene ve takiplerin yapıldığı, hastanın kendi isteğiyle hastaneden ayrıldığı, 22.4.2003 tarihinde yeniden hastaneye başvuran hastayla dava dışı bir uzman doktorun ilgilendiği, servise yatışının yapıldığı, tedavisiyle ilgili tüm tıbbi işlemlerin yapıldığı, hastanın durumunun kötüleşmesi nedeniyle 25.4.2003 tarihinde yakınlarının istemi üzerine özel bir hastanenin yoğun bakım ünitesine sevk edildiği, burada 30.4.2003 tarihinde vefat ettiği, kişinin hastaneye ilk başvurduğunda tespit edilen INR düzeyinin normal tedavi aralığı içinde olduğu, dört gün veya bir hafta sonra tekrar INR kontrolünün önerildiği, hastanın davalı doktor tarafından yapılan muayenesinde; hastanın ajitasyonu dolayısıyla tetkik ve tedaviye direnç gösterdiği, kanının alınamadığı, ilaç dozunun azaltılmasının aileye öğütlendiği, nöroloji konsültasyonu yaptırıldığı, ancak ajitasyon nedeniyle ailenin istemi üzerine hastanın hiçbir uygulama yapılamadan hastaneden çıkmasına izin verildiği, reçete düzenlendiği ve tekrar ateşi olursa mutlaka hastaneye başvurması gerektiğinin söylendiği, aradan dokuz gün geçtikten sonra ailenin hastayı muayeneye getirdiği, davalı doktorların işlem ve eylemlerinin tıp kurallarına uygun olduğu, kendilerine kusur yüklenemeyeceği belirtilmiştir. Mahkemece, ATK raporu hükme esas alınarak davanın reddine karar verilmiştir. Oysa ki, ATK raporunda, davalı doktorlar tarafından uygulanan tedavinin yeterli ve tıp kurallarına uygun olup olmadığı, 13.4.2003 tarihinde tekrar hastaneye başvuran ve mitral mekanik kapağı bulunan, bu nedenle coumadin isimli ilacı kullanan hastanın şikayetleri nedeniyle yakın (yatırılarak) takibinin gerekip gerekmediği, davacıların kendi istekleriyle hastayı çıkardıklarına dair imzalı beyanları bulunmadığı, hastanın hastaneden çıkarılmasının uygun olup olmadığı hususlarında bir irdeleme yapılmadığı gibi, bu rapor ayrıntılı bilgi vermekten uzaktır ve soyut ifadeler içermektedir. Ayrıca, beyin ve sinir cerrahı ile hematoloji uzmanı da raporu düzenleyen heyette bulunmamaktadır. Davacıların şikayeti üzerine yapılan inceleme neticesinde devlete ait bir ihtisas hastanesinin kardiyoloji klinik şefi tarafından düzenlenen inceleme raporunda; bu koşullardaki bir hastanın yatırılarak takip edilmesi gerektiği, hasta yakınlarının hastayı kendi istekleriyle çıkardıklarına dair imzalı bir belge bulunmadığı, bu nedenle hastanenin kusurlu olduğu mütalaa edilmiştir.[4]
Bu olguda hastaya mekanik mitral kapak replasmanı yapılmış ve bir özel vakıf hastanesinde takip edilmektedir. Rutin INR takipleri sırasında hastanın nörolojik semptomları oluşmuş ve ajitasyon gelişmiştir. Muhtemel nörölojik semptomları oluşturan neden veya INR değerinin aşırı yükselmesi ile beyinde oluşan hasar nedeniyle ajitasyon oluşmuş hasta yakınları da tedaviyi reddederek hastayı çıkarmışlardır. Burada Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin davacı lehine bozma kararı, bilirkişi raporunda belirtildiği gibi hasta yakınlarının tedaviyi reddettiklerine dair tedavi ret onam formunun alınmaması üzerine kuruludur.
Diğer kanunlarda benzeri şekilde yazılmış esasında tıbbi uygulamalar için hazırlanmamış fakat zaruret sonucu tıbbi uygulama hatalarında benzer kanun maddeleri esas alınarak şikâyet ve davalar değerlendirilmiştir. Görüldüğü gibi her ne kadar kanunu bilmemek mazeret sayılmasa da kanun maddelerini anlamanın ayrı bir eğitim gerektirdiği ortadadır. Hekimin karşılaşabileceği bu tür hallerde ne yapılabileceği ile ilgili olarak iki olasılık gözükmektedir. Bunlardan birincisi, tıbbı kötü uygulanmasından doğan sorumluluğa özgü yasal düzenlemeler yapılmasıdır. Tıbbi Hizmetlerin Uygulanmasından Doğan Sorumluluk Kanunu Tasarısı 24/07/2002 yılında TBMM Başkanlığına sunulmuş ancak yürürlüğe konulmamıştır. Bu yasa tasarısının ayrıntılarına bakıldığında daha önce de vurgulandığı gibi verilen sağlık hizmetlerinde gelişen tıbbi uygulamalar ve teknolojiler sonucu hekimlerin geçmişte yapamadıkları bazı uygulamaları yapmaya itmekte ve çoğunlukla ağır riskler içeren bu uygulamalar sonucunda da tıbbi kötü uygulama şikayet ve davalarının arttığı belirtilmiştir. Burada Dünya Tabibler Birliğinin 1992 yılındaki Marbella Bildirisine atıf yaparak; ulusal kanunlarda tıbbi zarar görmüş hastaların zararının karşılanabilmesi için tedbirlerin alınmasına dikkat çekilmiştir.[5] Bu bildiride, tedavide istenmeyen sonucun sağlık personelinin hatasına bağlı olmaması halinde, hastanın zararının karşılanıp karşılanmayacağına ve eğer karşılanacaksa hangi kaynağın kullanılacağına karar verilmesi istenmekte; bu durumdaki hastalar için sigorta teminatının sağlanmasının devletin görevi olduğu belirtilerek; yeni teknolojilerin içerdiği riskler konusunda halkın aydınlatılmasını, bu tür tedavi ve cerrahilerde hastanın bilgilendirilerek izninin alınmak üzere hekimlere eğitim verilmesi, tıbbi uygulamalardaki sorunların ortaya çıkarılması ve tıbbi kötü uygulamalar için mevzuat ve yöntem geliştirilmeye çalışılması konularına önem verilmiştir. Tıbbi kötü uygulama nedeniyle bir zarar ortaya çıktığında, eğer zarar veren kamuda çalışıyor ise, Anayasanın 129. maddesinin beşinci fıkrası ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 13. maddesinde belirtilen usul çerçevesinde zararın tazmini için yargı yoluna gidilebilmekte ve tazminat talepli davalar ancak idare aleyhine açılabilmektedir. Kamu dışında görev yapan sağlık personelinin tıbbi kötü uygulamaları nedeniyle verdikleri zararların tazmini içinse TBKnın genel ilkeleri çerçevesinde adli yargıda tazminat davası açılabilmektedir.[5] Bu konuda hukukçuların yorumu hukuki ve tıbbi yönden karmaşık bir yapıya sahip bu konunun, uzman kişi ve kurulların katkısıyla ve titizlikle hazırlanması gerekliliğidir. 2002 yılında hazırlanmış bu tasarı 2002 seçimleri ile kadük (bir yasa tasarısını veya önerisinin, o yasama dönemi içinde yasalaşmaması durumunda görüşülme olanağının kalmaması) olmuştur. Aynı zamanda hasta-hekim ilişkisini piyasa kurallarına tabi ticari bir yapı gibi ele almak hastalara yarar sağlamayacaktır. Sosyal Devlet ilkesi temelinde, sağlığın devletin sorumluluğunda bir sosyal hak olduğunun göz ardı edilerek, sağlık hizmetleri ile ilgili tüm sorumluluğu haksız olarak hekimlere yükleyen bir anlayışın tasarıya hakim olması eleştirilmektedir.[2]
Bir diğer çözüm yolu ise ister özel sektörde ister kamu alanında çalışıyor olsun hekimin hukuki sorumluluğunun bilinmesi gerekmektedir.
ÖZEL HASTANEDE ÇALIŞAN HEKİMİN
SORUMLULUĞU
Genel olarak
Özel hastaneler -kamu yönetiminin dışında yer
alan, onun bir parçasını oluşturmayan- açılması Sağlık
Bakanlığının iznine tabi bulunan özel sağlık kuruluşlarıdır.[6] Özel sağlık kuruluşlarının işletmecileri gerçek
kişiler olabileceği gibi, ticari şirket, vakıf, dernek gibi
tüzel kişiler de olabilir.
Hastanede hizmet veren hekim çoğu kez, hastane işletmecisi ile hizmet sözleşmesi bulunan ve bu nedenle hastane kadrosunda çalışan kişidir. Bununla birlikte bazen hastane dışından bir başka hekimin de hastaneye yatırılan bir hastanın tedavisini üstlenmiş olması mümkün olmaktadır. Günümüzde, özellikle ameliyatlar açısında bu tür ilişkiler çoğunlukla söz konusudur.
Hastanenin kadrolu hekimi, hizmet sözleşmesine göre çalışmasına karşın, tıp mesleğinin yerine getirilmesi bakımından tamamen özgürdür. Hastanede vereceği tıbbi hizmetleri yerine getirirken tıp biliminin gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür ve bu konuda hastane yönetimi tarafından kendisine sınırlayıcı talimat verilmesi mümkün değildir. Hekim, tanıda olduğu gibi tedavi yöntemini seçmekte de serbest olarak hareket etmelidir. Hastanenin talimatlarına uymuş olması hekimi sorumluluktan kurtarmaz. Ancak, hekim ile hastane arasındaki iç ilişkide bu durum önem arz eder.[6]
Özel hastaneye tanı, tedavi, sağlığının kontrolü, korunması vs. gibi nedenlerle gelen hasta ile hastane arasında, başvuru anından itibaren özel bir hukuk ilişkisi kurulmaktadır. Özel hastaneler ile hastalar arasındaki sözleşmelere Hastaneye Kabul Sözleşmesi adı verilmektedir.
Türk hukukunda hastaneye kabul sözleşmelerinin kombine sözleşmeler olduğuna ilişkin görüşler mevcut olup, ağırlıklı görüş; sözleşmenin vekalet unsurlarını ağırlıkla bünyesinde barındıran karma sözleşme olduğu yolundadır.[7,8]
Bir hastaneye kabul sözleşmesinden doğan barındırma, yedirip içirme ve diğer bakım hizmetleri hastane işletmecisine aittir. Fakat tıbbi tedavi edimi, somut olayın özelliklerine göre bazen sadece hastane işletmecisi, bazen hastane hekimi bazen de hem hastane işletmecisi hem de hastane hekimi tarafından üstlenilir. Hastaneye kabul sözleşmelerine, tam hastaneye kabul sözleşmesi, bölünmüş hastaneye kabul sözleşmesi olmak üzere ikili ayrım yapılması uygun olacaktır.[9]
Tam hastaneye kabul sözleşmesinde
hekimin sorumluluğu
Bu sözleşme türünde hastane işletmecisi, tıbbi tedavi
ile birlikte barınma, yedirip içirme vs. gibi hastane
bakımı şeklindeki bütün yükümlülükleri taahhüt etmiştir.
Hastane üstlendiği bu yükümlülükleri, kendine bağlı
çalışanlarla (hekimler ve diğer sağlık personeli) yerine
getirir. Burada belirtilmesi gereken husus tedaviyi yapacak
olan hekimi hastanenin seçmesidir. Ancak, tarafların
açık iradeleriyle tıbbi tedavi edimi hastane dışında
faaliyet gösteren bir hekim tarafından da üstlenilebilir.
Bu nedenle tam hastaneye kabul sözleşmesi hekimlik
sözleşmesi olmaksızın tam hastaneye kabul sözleşmesi
ve hekimlik sözleşmeli ilaveli tam hastaneye kabul sözleşmesi
olarak ikiye ayırılır.[9]
Hekimlik sözleşmesi olmaksızın tam hastaneye
kabul sözleşmesi
Özel hastane işletmeciliğine kural olarak, hekim ile
hasta arasında sözleşmesel ilişki kurulmuş olmaz. Bu
tür durumlarda, hekim ile hastane işletmecisi arasında
hizmet sözleşmesi bulunmaktadır. Özel hastane kadrosunda
çalışan hekim, hastane işletmecisinin ifa yardımcısı
(TBK md. 116) durumundadır.[10]
Bu sözleşme türünde, hasta ile hastane arasında sözleşmesel ilişki kurulmuştur. Hasta sözleşmeden doğan yükümlülükleri hastane işletmecisinden istemektedir.
Hekimin borca aykırı davranışı nedeni ile zarar gören hasta, TBKnın 116. maddesine dayanarak ifa yardımcısının zarar veren davranışı nedeniyle hastane işletmecisine dava açabilir.[11] Ayrıca, hekimin zarar veren davranışı hukuka aykırı fiil ise hastanın hastane işletmecisine TBK 66. maddesine dayalı olarak da dava açması mümkün olacaktır. Hasta ile hekim arasında sözleşme ilişkisi bulunmadığından ötürü, şartlar oluşmuşsa TBK md. 49 ve devamı gereğince hekim haksız fiil hükümlerince sorumlu tutulabilecektir.
Hekimle hasta arasında sözleşme bulunmadığı halde, hekimin tedavi işlemi sırasında gerekli dikkat ve özeni göstermesi gereklidir. Hekim, özen ve dikkat borcundaki kusuru nedeniyle hastane işletmecisine karşı daima sorumlu olacaktır.
Hekimlik sözleşmesi ilaveli tam hastaneye
kabul sözleşmesi
Özel hastanede çalışan hekim ile hasta arasında
hasta ile özel hastane işletmecisi arasında akdedilen tam
hastaneye kabul sözleşmesine ilaveten ayrıca bir tedavi
sözleşmesi akdedilebilir. Bu tür durumlarda, tedavi
nedeniyle hastane işletmecisi yanında hekimin de sözleşmeye
dayalı ve müteselsil sorumluluğu bulunmaktadır
(TBK md. 511/II). Hekim, hastaya karşı sözleşme
nedeniyle tedavi yükümlülüğü altında olup, verdiği
zarardan dolayı da sözleşme (TBK md. 112) ve haksız
fiil (TBK md. 49 vd.) hükümlerine göre sorumludur.
Hekim, tedavi sırasında yardımcı kullanması durumunda
ifa yardımcısı olarak kullandığı hastane personelinin
kusurlu eylemlerinden de TBK 116. madde uyarınca
sorumlu olur.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 23.06.2004 tarihli 2004/13-291 E. 2004/370 K. sayılı kararında Olayın meydana gelmesinde ameliyat sırasında zarar gören arteri zamanında fark edip onaramayan ameliyat ekip sorumlusu doktor 4/8 oranında kusurlu bulunmuş, kalan 4/8 kusur oranı ise kötü tesadüf olarak nitelendirilmiştir. Bu sorumlulukta doktor ile birlikte diğer davalı şirkete ait hastanenin de adam kullanan ve işleten sıfatıyla müştereken ve müteselsilen sorumluluğunun bulunduğu açıktır. Zira özel hastane işletmecisi, öncelikle tacir sıfatıyla basiretli bir tacir gibi davranması gereğinin yanı sıra, yaptığı hizmetin yaşama hakkını yakından ilgilendiren kamusal nitelik taşıyan sağlık hizmeti olması nedeniyle de hastanın ve özel durumlarda yakınlarının zarar görmemesi için gerekli olan sadakat ve özeni göstermek durumundadır. Bu özen, başta doktor ve diğer yardımcı personeli seçme ve denetleme açısından yüksek oranda gösterilmeli, diğer şartların hazırlanmasında da aynı ilke unutulmamalıdır. denmek suretiyle hastane işletmecisinin hekimle birlikte hastaya karşı müteselsil sorumluluğuna vurgu yapılmıştır.
Bölünmüş hastaneye kabul sözleşmesinde
hekimin sorumluluğu
Bölünmüş hastaneye kabul sözleşmesinin mevcut
olduğu durumlarda hastanın tarafı olduğu iki ayrı
sözleşme bulunmaktadır. Bu tür sözleşmelerde hastane
işletmecisi hastaneye kabul sözleşmesi kapsamında
sadece hastane hizmetlerini sağlamakla yükümlü iken
tedaviden, hasta ile arasında tedavi sözleşmesi bulunan
hekim sorumlu bulunmaktadır.[11] Bu sözleşmenin kuruluş
biçimine örnek olarak, serbest çalışan hekimin hastasını
hastane işletmecisi ile yaptığı sözleşmeye dayalı
olarak hastaneye yatırması gösterilebilir. Hekimin
kusurlu eylemi nedeniyle hastanın hastane işletmecisine
karşı dava hakkı bu durumda söz konusu olmaz. Çünkü
hastanenin sorumluluğu hastane bakımı ile sınırlıdır.
Bu nedenle hekim, hastanenin ifa yardımcısı değil kendi
borcunu ifa eden kişi konumundadır.[6,9]
KAMU HASTANESİNDE GÖREV YAPAN
HEKİMİN SORUMLULUĞU
Genel olarak
Kamu hastaneleri, devlet veya diğer bir kamu tüzel
kişisi tarafından kurulup işletilen, kar amacı gütmeyen,
kamu yararına sağlık hizmeti vermeyi amaçlayan sağlık
kuruluşlarıdır.[6]
Kamu hastanelerinde vatandaşlara sağlık hizmeti sunulmasında aktif görev yapan hekimler, anestezi yardımcıları, hemşireler ve hasta bakıcılar gibi çalışanlar kamu personeli statüsünde oldukları için yerine getirdikleri hizmet, İdare Hukuku anlamında bir idari faaliyettir. Kamu hastanelerinde kamu yararına yürütülen sağlık hizmetlerinin sunumunda esas itibariyle iki taraf vardır. Bunlar, kamusal hizmet sunan kamu kurumu ve kamusal sağlık hizmeti alıcısı konumunda bulunan hastadır.[12]
Tedavi ve sağlık hizmeti almak için kamu hastanesine başvuran hasta ile kamu kurumu arasında sadece kamusal ilişki kurulmuş olur. Hastanın bu kamusal ilişki dışında, kurumda görevli hekim ve diğer personelle herhangi bir akdi ilişkisi olmaz.
Kamu hastanesinde görev yapan hekimle hasta
arasındaki hukuksal sorumluluk
Kamu hastanesinde görev yapan hekimle hasta
arasında sözleşme ilişkisi oluşmayacağını yukarıdaki
açıklamalarımızda yer vermiştik. Kamu hastanelerinde
hekimle hastanın ilişkisi kamusal ilişkidir. Bu ilişkide
sorumluluk kamusal hizmet kusuru kurallarına bağlıdır.
Dolayısıyla, kamu hastanesinden sağlık hizmeti alırken
zarara uğrayan hasta için, zararın tazmini sorumluluğunun,
öncelikle birinci derecede kamu tüzel kişisine
yöneltilmesi zorunludur.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, kamu hastaneleri ve sağlık personelinin sorumlulukları, kural olarak, hizmet kusuru sayılmakta, bu hastanelerde çalışanlar kamu görevlisi olduklarından 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun 36/3. ve Anayasanın 40/2. maddeleri nedeniyle haklarında doğrudan dava açılamayıp, Anayasanın 129/5. maddesi gereği yalnızca ilgili kamu kuruluşuna karşı tam yargı davası açılabilmektedir.[12-14]
Burada, hizmet kusuru, görev kusuru ve kişisel kusur türlerinin birbirinden ayırt edilmesinin ölçütleri iyi bilinmelidir.
Hizmet kusuru; kamusal bir hizmetin, hiç işlememesi, kötü işlemesi ya da yavaş işlemesi halleridir. Bu haller, kamusal imkansızlıklardan, söz gelimi bütçenin yetersizliği nedeniyle gerekli araç-gereç ve donanım sağlanamamasından, aşırı izdiham ve iş yoğunluğundan, deneyimli uzman ve elemanların yetiştirilememesinden kaynaklanabilir. Hizmet kusuru, anonim kusurdur, yani belli bir kişiye bağlanmayan kusurdur.[15] Hizmet kusurundan kaynaklanan zararlarda idare sorumludur. Tazmin ettiği zarar için, herhangi bir kurum personeline de rücu edemeyecektir.
Görev kusuru ise hizmet kusurundan farklıdır. Ortak nitelikleri, sadece kamu hizmetinin görülmesi esnasında ve kamu hizmetine ilişkin olarak ortaya çıkmaktadır.[16] Görev kusuru, kamu hizmetini gören memur personelin, hizmeti görürken, dikkatsizlik, tedbirsizlik, meslek ve sanatta acemilik ve deneyimsizlik gibi nedenlerle işlediği kusur halidir. Örneğin; hastaya hatalı tanı koyma, hatalı tanıda tıbbi müdahalede bulunma, hastayı aydınlatamama gibi tıbbi görevin icrası sırasında işlenen görev kusurlarıdır. Görev kusurundan kaynaklanan zararlarda da aynen hizmet kusurunda olduğu gibi, hastanın birinci derecede sorumlu tutacağı muhatap, ilgili kamu kurumudur. Ancak, bu kusur türünde, kurumun, görev kusurunu işlediği sabit olan kurum personeline rücu hakkı bulunmaktadır.
Kişisel kusur ise zaman zaman görev kusuru ile karıştırılmaktadır. Kamu personeli hekimi için kişisel kusur, kamu görevinin ifasıyla hiç ilgisi olmaksızın kusurlu bir davranışla bir hastaya zarar vermiş bulunmaktır. Böyle bir durumda hekim ile hasta arasındaki ilişkinin hukuksal niteliği haksız fiil olacaktır. Kişisel kusur nitelemesinde temel esas, kusurluluk eyleminin, kamusal görevin ifasıyla ilgisinin ve ilişkisinin olmaması kriterdir.[16] Örneğin; tıbbi müdahale esnasında hasta yakınlarının müdahalesi sonucu sinirlenerek hekimin hasta yakınına yumruk atması kamu hastanesi hekiminin kusuru, kişisel kusurdur. Çünkü söz konusu eylemin kamu görevinin ifasıyla bir ilgisi bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, kişi doğuştan gelen ve değiştirilemeyen haklara sahiptir. Bu hakların başında yaşama ve sağlık hakkı gelir. Biz hekimlerin bu haklara mutlak riayet etmemiz ve kişilik haklarını bilmemiz gerekir. Kanunu bilmemek mazeret sayılmamaktadır. Tüm borçlar, medeni ve ceza kanunlarını bilmemiz eğitim ve uzmanlık alanımız gereği mümkün görünmemektedir. Ancak birkaç sayfaya sığan hukuki sorumluluklarımızı, mevcut olumsuzluklar karşısında nasıl davranacağımızı bilme gerekliliği kişisel ve mesleki yarar sağlamaktadır. Yargıtay kararlarında görüldüğü gibi mesleği ifadaki bir eksiklik veya kural hatası ciddi tazminat ile sonuçlanan dava nedeni olabilmektedir. Tıbbi uygulama hatalarındaki şikayetlerin değerlendirilmesinde sağlık alanına ait kanunların olmaması nedeniyle hem hukukçular açısından değerlendirilmesi zor hem de biz hekimler açısından anlaşılması oldukça zor davalara dönüşmektedir. Biz hekimlerin kısaca komplikasyon olarak değerlendirdiğimiz bir sonuç hukuk değerlendirmesinde yüksek tazminat tutarlarının ödenmesine neden olabilmektedir. Benim kişisel görüşüm bu tür davaların savunulabilir olması için öncelikle mesleğinde iyi yetişmiş, güncel bilimsel gelişmeleri takip eden nitelikli hekim ve cerrahlar olmamız gereğidir. Bunun için öncelikle tıp fakültelerinden başlayan uzmanlık eğitimine uzanan ve sonrasında da devam eden, belli standardı sağlayan bir eğitim programı düzenlememiz gerekmektedir. Hekim hastasını değerlendirirken ve müdahale kararı alırken mutlak tedavi sürecine hastayı dahil etmeli, yeterli aydınlatma yaptıktan sonra hasta ve hasta yakınının yazılı onamını uygun şartlarda ve şekilde almalıdır. Başta Türk Tabipler Birliği, Tabip Odaları ve Uzmanlık Derneklerinin sağlık alanındaki hukuki uygulamalarda, kanun ve tüzük oluşturulmasında aktif rol alması gerekmektedir. Özellikle Uzmanlık Derneklerinin uzman doktor yetiştirilmesi kriterlerinin belirlenmesinde, sayı ve dağılımın planlanmasında, tanı ve tedavi kılavuzlarının hazırlanmasında ve uzman hekimlerin denetlenmesinde etkin rol oynamaları gerekmektedir. Aynı zamanda bu dernekler hukuki hizmet alımında planlama yapmalı malpraktis gibi istenmeyen olayların hukuka yansıması durumunda kendi üyelerini savunabilecek tedbirler geliştirmelidir.
Çıkar çakışması beyanı
Yazarlar bu yazının hazırlanması ve yayınlanması aşamasında
herhangi bir çıkar çakışması olmadığını beyan etmişlerdir.
Finansman
Yazarlar bu yazının araştırma ve yazarlık sürecinde herhangi
bir finansal destek almadıklarını beyan etmişlerdir.
1) Türk Ceza Kanunu. Available from: https://www.tbmm.gov.
tr/kanunlar/k5237.html. [Erişim tarihi: 20 Temmuz 2016]
2) Ersoy Y. Tıbbi Hatanın Hukuki ve Cezai Sonuçları. Available
from: http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2004-53-43.
[Erişim tarihi: 20 Temmuz 2016]
3) Öztürkler C. Hukuk Uygulamasında Tıbbi Sorumluluk.
Ankara: Seçkin Yayınları; 2003.
4) Kazancı Mevzuat ve İçtahat Bilgi Bankası. Available from:
http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm. [Erişim tarihi:
10 Temmuz 2016]
5) Sağlık Bakanlığınca hazırlanan ve Başkanlığınıza arzı
Bakanlar Kurulunca 4/6/2002 tarihinde kararlaştırılan
Tıbbi Hizmetlerin Uygulanmasından Doğan Sorumluluk
Kanunu Tasarısı. Available from: http://www2.tbmm.gov.tr/
d21/1/1-1030.pdf. [Erişim tarihi: 15 Temmuz 2016]
6) Ayan M. Tıbbi Müdahalelerden Doğan Hukuki Sorumluluk.
Ankara: Kazancı Yayınları; 1991.
7) Atabek, R. Hastanelerin sorumluluğu. İstanbul Barosu
Dergisi. 1986; 10-12
8) Er Ü. Sağlık Hukuku. Ankara: Savaş Yayınları; 2008.
9) Aşçıoğlu Ç. Doktorların Hukuki ve Cezai Sorumluluğu.
Ankara: Olgaç Matbaası; 1982. s. 64-84.
10) Türkmen A. Hasta ve Hekim Hukuku. 2. Baskı. Ankara:
Adalet Yayınevi; 2013.
11) Gültezer HE. Özel Hastanelerin Hukuki Sorumluluğu ve
Hasta Hakları. Ankara: Seçkin Yayınevi; 2015.
12) Gökcan HT. Tıbbi Müdahaleden Doğan Hukuki ve Cezai
Sorumluluk. 1. Baskı. Ankara: Seçkin Yayınevi; 2013.
13) Resmi Gazete 23.07.1965/12056.
14) Resmi Gazete 09.11.1982/17863.
15) Öztürkler C. Hukuk Uygulamasında Tıbbi Sorumluluk,
Teşhis, Tedavi ve Tıbbi Müdahaleden Doğan Tazminat
Davaları. Ankara: Seçkin Yayınevi; 2006.
16) Tandoğan H. Borçlar Hukuku-Özel Borç İlişkileri. İstanbul:
Vedat Kitapçılık; 1990.
17) Türkmen A. Hasta ve Hekim Hukuku. İstanbul: Adalet
Yayınevi; 2013.